Yine mübarek Perşembe gelmiş. Bugün yazma niyetim yoktu. Çünkü yazılarıma karşı
ve haricinde yaşam alameti veren olmadı. Zaten blogum, sitem, medıum, ınstagram, insta kitap hesabım vardı oralarda da yazıyordum, buraya neden başladım ki dedim kendi kendime. Aslında bu kadar çabuk pes eden biri değilimdir. Okumanın dibe vurduğu on yıl önceki verilere göre kitabın ihtiyaçlar listesinin 236. sırasında yer aldığı bir ülkede gecemi gündüzüme katıp kitap yazıyorum:) Sonra ın Perşembe buluşmasında birden onun kararlılığından etkilenip son 20 dakikada yazmaya niyet ettim. Ama tabi hiç bir yazı 20 dakikada bitmez.Koca bir hafta geçti ne yaptın derseniz Koca bir delik, yalnızlık yazımın ertesi günü bir arkadaşım kahve içmeye çağırdı. Vay yazımı okumuş biri var dedim ve sevinçle hazırlandım. Ama sohbet esnasında substack sayfamdan haberi olmadığını gördüm. Meğer eşim tansiyonumun çıktığını laf arasında söylemiş, geçmiş olsun demek istemiş. Yine de güzel bir buluşmaydı. Her takipçim, arkadaşım yazımı okumak zorunda değil ya, insanların bin türlü derdi var.
Benim de tabi. Bizimle beraber yaşamayan oğlum alçılı ayakla eve dönünce ciddi düzen değişikliği oldu bizde de. O koltuk değnekleriyle yürümeyi öğrenirken ben insanın ani gelişen durumlara karşı adaptasyon yeteneğine hayran kaldım. Ama hareket kısıtlılığının verdiği öfke de çok zor. Allah kimseyi elden ayaktan düşürmesin diyen yaşlılar haklı, gençken de düşürmesin inşallah.
İnsanın birine muhtaç olmadan ayakta kalması kavramının metaforik karşılığını konuşurken hep fiziksel ihtiyaç halini unutuyoruz. Ve yardım istemenin bile gurur kırıcı olduğunu görüyorum. Gençken her şeyin üstesinden gelebileceğini sanıyor insan. Aslında öyle yapmamak lazımmış. Ben yoruldum, boğuluyorum, yardım edin diyebilmeliymiş. Bunu da “İnsan bir akşam üstü ansızın yorulur!” diyen şaire çok hak verecek kadar yorgun hale gelmeden söylemek lazımmış.
Oğlumu büyütürken kimseden 2 saat bile yardım görmedim. 24 saat size muhtaç birine sürekli vermek ve ev işlerinin de size bakarken hayatınıza devam etmek gerçekten zor. Bakıcı ve aile yardımı alırken bile loğusa depresyonuna girenlerin olduğu bu zor dönemde tek olmak beni çok yıpratmış aslında bunu bugün anlıyorum. İkimizin ailesi de uzaktaydı, torun görmek amaçlı 3-4 ayda bir, bir hafta gelirlerdi. Hatta doğumda bile birer hafta kaldılar. Sonra beni iki aylığına yanlarına çağırdılar. Ben de çocuktum ve bir bebekle tek başına olmaktansa gitmeyi tercih ettim. Kariyerime ara verip anne olmuştum. Eşimse fakülte sonrası kariyer basamaklarının zorlu mücadelesini veriyordu. Mecbur iki ayı doldurunca eve döndük. Üç aylıkken oğlum ateşlenip hastaneye yattığımızda annemi aradım ve sekiz saatlik yoldan otobüsle gelip sabah hastaneye ulaştı sağ olsun. İlaç gibi gelmişti. İki saatliğine eve gitmek, üzerimi değiştirmek istedim. Dört saatte dönünce kızdı, senin artık bebeğin var neredesin diye. Ben dönüş yolunda gördüğüm kitap günleri stantlarının arasında kaybolmuş bir sürü kitap almıştım. Çantamın dibindeydiler. Tıpkı babam gibi annemden saklı soktum eve. Hastanede zaten açmadım çantamı, toz toprak vardır onlarda, burada bebek var diye kızardı.
Yıllar içinde eşim biraz taşın altına elini koyup haftada bir kaç saat bana alan açtığında (yaklaşık oğlumun sekiz yaşına tekabül eder, beraber maça gitmeye başlamışlardı, ) özgür kaldığım her an kendimi kitapçılarda buldum. Hatta oğlum on yaşındayken işi ilerletip Ankara’dan İstanbul’a bir okuma grubuna uçakla gitmek gibi bir şansım oldu on üç ay. Nasıl bir özgürlüktü. Kitap kulüplerini sevmem o vakitlere dayanır.
Dün akşam yani 30 Nisan 2025 tarihinde Instagram’dan takipleştiğimiz, yarın ilk kez yüz yüze tanışacağım bir arkadaşın kurduğu Biz Kadınız Kitap Kulübüne konuk oldum. Henüz 9 kişilik bir gruptu. 120 dakikalık güzel bir sohbet gerçekleşti. İstisnasız hepsi son kitabım Dipsiz Göl’ü çok beğenmişti. Önceki aylarda okudukları kitapları bitiremediğini söyleyenler bile bu ay için seçilen 320 sayfalık kitabımı görünce yine bitiremeyecekler diye korkmuşlar, ama daha önce yarı yolda kalanlar dahi kitabı eline alır almaz kendini 100. sayfada bulmuş. Son derece akıcı ve merakla bir sonraki sayfayı çevirttiren kitabımı okuyanlar önceki kitaplarımı da alacaklarmış. Ve Dipsiz Göl serisinin devamını merakla bekliyorlarmış. 2014-2016 Türkiye’sinin mekan ve zaman sağladığı kitabı bitirince biz ne çok şeyi unutmuş, nelerin içinden geçmişiz demişler. Kitabımı geleceğe, geçmişi de anlatan haliyle de değerli bulmuşlar. Okurken sahneleri de adeta izlemişler.
Bu yorumlar bu kitabın akabinde tam da duymak istediğim şeylerdi. Umarım kalın kitaplardan korkanlar için yeni bir kapı da olur Dipsiz Göl.
Bu arada Cumartesi günü de evde durmadım. Ankara’ya İstanbul ve Bodrum’da ikamet eden ve yaşayan en büyük şairimiz geldi. Hilmi Yavuz’un 89. doğum gününü de kutladığımız güzel bir söyleşiyi dinledik. Sonrasında imza sırası beklemek bile keyifliydi. Tanpınar’ın yazarlığımın mürüvvetini göremedim demesinden esinle şairliğimin mürüvvetini gördüm dedi, hepimize nasip olsun inşallah. Son kitabı Rüya Şiirlerinde yer alan tüm şiirleri gerçekten rüyasında gördüklerini şiir formatında yazmış. Şairlik ayrı bir makam gönlümde.
“Âşinâya âşinâ, bîgâneye bîgâneyiz.” diyerek giriş yaptı konuşmasına. Divan edebiyatının en şahane hicivlerini yazmış ve bu yolda canını da vermiş Nef’î ye ait bu mısra dostluk gösterene dostluk göstermeyi, kayıtsıza kayıtsız kalmayı anlattığından telefonuma ilk aldığım not oldu. Yapay zekanın ürettiği eserleri soranlara da şu cevabı verdi: Yapay zeka yaratıcı değil, zanaatkar, malzemeyi vermezsen zanaatını yapamaz, bir nevi marangoz gibi. Sanatçı değil ama çok iyi zanaatkar.”
Kendisine Dipsiz Göl’ü takdim ettim. Bir seri olduğundan bahsettim ve şimdilik paylaşmadığım ikinci cildin adını söyledim. Gülümseyerek yüzüme baktı ve hemen bir şiirinden mısraı imzaladığı kitabın sayfasına yazdı. Benim de bu mısraı ikinci kitabımın başına epigraf yapmam farz oldu. “Göl kendi dibindeki batıktan başka nedir?”
Çıkışta aynı toplantıya gelen iki arkadaşımla Saraçoğlu Mahallesinde bir kafeye gittik.
Restore edildikten sonra ilk kez gördüğüm Kızılay’daki bu vaha çok güzel olmuş. Avrupa şehirleri gibi girdiğinden kaybolabildiğin sakin ve yeşil bir alan. Kafe dışında oturma alanları da olsaydı keşke. Kızılay AVM batıyorken yeni bir AVM yapılacak haberleri çıkmıştı, Mimarlar Odasının idari dava yoluna başvurup yürütme durdurma alması sonucu sit alanı olan bölge kurtuldu, böyle bir restorasyona gidildi. Çok da iyi oldu.
Bu arada Pazar akşamı da öykücü bir doktor arkadaşımın önerisiyle sinemacı bir doktor arkadaşının çektiği filmi izlemek için sinemaya gittik.
Tepenin Uşakları 2 -Zifin adlı film beklediğimin çok üzerindeydi. Sadece ünlülerin iyi işler çıkaracağı o kadar kazınmış ki beynimize şaşırıyoruz. Aynı tepkileri benim okurlarım da bana veriyor, bu kadar güçlü dili olan bir yazar hala bilinmesin diyor, acı acı gülüyorum. Maalesef ünlü olmadan izleyiciye/okuyucuya ulaşmak zor olduğundan bu algılarımız bizi yanıltıyor. Onun için iyi işlerle karşılaştığımızda bunu birbirimizle paylaşalım. Kitap ve filmleri önerelim derim. Arkadaşım ki kendisini de kitabıyla ilgili bir söyleşini izlediğimde tanıdım, önermese yedi yıldır kesintisiz film yazıları yazan biri olarak bu yönetmenden habersiz yaşayacaktım. Şimdiyse ortaokuldan beri kendini tiyatro ve sinemaya adamış, yani sanata aşık olmuş bir yönetmeni biliyorum.
Trabzon’un Akçabat ilçesinde çekilmiş ve kamera planlarıyla şahane bir görsel kalitenin yakalandığı filmde senaryo da ters köşe şekilde ilerledi. Yönetmen, yazar, senarist İsmet Eraydın’ı tebrik ediyorum. Birinci filmi de merak ettim. Postlarından anladığım kadarıyla çekileli 12 yıl olmuş. Ben de romanımı 10 yıla yayılan bir süreç sonunda çıkarabilmiştim. İyi bir şeyler yazmak/çekmek çok vakit alıyor. Zamanın içinden süzülmek gerekiyor. Sanat zamana ayna, zaman yaşarken çok hızlı akıyor ama yazılan/çekilen orada kalıyor işte.
Ve yazmak isteyenlere naçizane bir tavsiye, her şeyin bir mevsimi var, içinizde ateşi yanarken yazdınız yazdınız, unutmamalı zaman her ateşi kül ediyor. Bir halin içinden geçerken yazmak zordur ama nisyan, unutmak kökünden türemiş insan kelimesi kendine ad olan cinsimiz her şeyi unutuyor. Vaktinde alınan notlar, sanatsal forma dökme çabaları sonra bir eser olarak ortaya çıkabilir ama ilhamı kaçırmadan beslemek de gerek.
Hiç evden çıkmayıp üç gün üst üste hep dışarda olunca bu kadar süre evde olmaya alışık olmayan oğlum epey söylendi. Pazartesi Salıyı bu nedenle evde geçirdim. Tabi ya mutfakta ya bilgisayar başında. Bir süredir çalıştığım yeni bir kitabın sesli okumasını yaptım sabah dörtlere kadar. Çarşamba sesim kısılmıştı. Sesli okuma yapmazsak anlatım bozukluklarını göremeyiz. Kulak editörlüğünden mahrum kalmamak lazım, bu da yazanlara bir tüyo olsun. Bakalım bu kitabın kaderi ne olacak.
Geçenlerde bir yazar arkadaş Türkiye’de öykü okuyucusunun 2000 kişi olduğunu, onların da yabancı yazar ya da tanınmış öykücülere öncelik verdiğini, roman, tiyatro, sinema falan tüm sanat dallarını üreten sanatçı, talep eden, tüketen okur/izlerle beraber nerdeyse 10 bin kişi arasında kendi kendimize dönüp durduğumuzu söylüyordu. 85 milyonluk ülkede çok küçük bir azınlığız belki ama ben kalbe dokunmaya bakarak devam etme yolunu bir kez daha seçiyorum.
ın yazısından, yazmış olmasından ilhamla bu haftayı da tamamlamış olmanın mutluluğunu yaşıyorum.Bir de dönüp okuyunca gördüm ki epey bir şeyler yapmışım. Mutfakta ter döktüğüm, sallanan sandalyemde oturup tığ ile örgü ördüğüm zamanları da katarsak dolu dolu geçmiş günler. Yorgun muyum hem de çok ama elimde bir yazı daha var. Kendimi de tebrik etsem, maşallah desem, sırtımı sıvazlasam olur sanırım. Bu konuda yeniyim ama öğreneceğim.
Okuyanlar bir el sallayın hadi.
Hepimize iyi haftalar dilerim. Mayıs artık baharla gelsin. (Bu satırları yazarken Ankara’da şiddetli dolu yağışı var.) Yaz değil ama bahar çok özlendin…
Sevgili Handan, işte bu diyorum. Dilin çok güzel. Bazı cümlelerini tekrar tekrar okuyorum. Bu cümleyi kuramam biliyorum. O epigraf beni benden aldı. Dipsiz Göl’ü okumadım henüz. Neden diye sordum kendime. Henüz yanıtını bulamadım. Okumaya başlayınca söylerim :) Uzun bir süredir kitapları ziyaret eder gibi okuyorum. Bu sohbeti de seviyorum. Biraz okuyorum, sonra başka bir kitaptan devam ediyorum ve dönüyorum diğerlerine aralarda. Garip bir okuma biçimi belki de. Uzun zamandır ilk defa Girit’te adına ‘tatil’ dediğim hiç bir şeyden sorumlu olmadığım o bir haftada kitapları baştan sona okudum. Okuyacağım Dipsiz Gölü. İstiyoruz okunmayı. Derdimiz meşhur olmak, onaylanmak gibi gözükse de bence o boşluğa bıraktığımız parçamız bize bir ses olarak dönsün. Döneceğim sana.
Handan :) okurken senin tavrını görüyorum ben :) ve şu “her şeyin bir mevsimi var, içinizde ateşi yanarken yazdınız yazdınız, unutmamalı zaman her ateşi kül ediyor”🎯🥺❣️✅